Permakültür: “Yapmak”la İlgili Düşünmek

Bu yazı ilk olarak Cumhuriyet Akademi Dergisi’nin 19. sayısında yayımlanmıştır. 

Yazan: Iraz Candaş

Bir sistem en az, ömrü boyunca bakımı ve ömrünün sonunda yenilenmesi için gereken enerjiyi üretebiliyorsa sürdürülebilirdir. Bu tanımla değerlendirdiğimizde, sürdürülebilir olduğu iddia edilen güneş ve rüzgâr enerjisi sistemleri ve hatta insan tasarımı hiçbir teknolojinin öne sürdükleri şeyler olmadıklarını görebiliriz. Bir fotovoltaik panel ömrü boyunca bakımı için gereken enerjiyi üretebilse bile, ömrünün sonunda yeni bir panel üretecek enerjiyi üretmez. Dolayısıyla her zaman dışarıdan, kaynağı sınırlı yani kullanıldıkça azalan bir enerji girdisine ihtiyaç duyar.

Doğaya baktığımızda yapısal ve işlevsel ağ yapıları sayesinde gerçek anlamıyla sürdürülebilirliği sağlamış sistemlerin mevcut olduğunu görebiliriz. Permakültür de bu sistemlerin çalışma ilke ve etiklerini gözlemleyip bunları davranış yönergeleri halinde ifade ederek, artık sezgisel bilgi edinme yöntemlerini kaybetmiş “medeni” insana, ait olduğu yeri hatırlatıyor. Bu süreçte permakültür, kara canlıları olmamızdan yola çıkarak en büyük hocamızın ormanlar olduğunu söylüyor.

Permakültür, 70li yıllarda Bill Mollison ve David Holmgren tarafından geliştirilmiş bir tasarım sistemidir. Tazmanyalı Bill Mollison’un ilk gençlik yıllarından itibaren vatan topraklarında gözlemlediği ekolojik çöküş üzerine kolları sıvamasıyla başlayan süreç, bugün geldiği noktada binlerce Permakültür Tasarım Sertifikası* sahibinin, gezegenin birbirinden farklı bölgelerinde, farklı ölçeklerde ve bağlamlarda sayısız uygulama örneğiyle daha iyi bir dünya için çalışarak permakültürün içeriğini ve sınırlarını genişletmesiyle devam ediyor.

Kelimenin İngilizcesi olan “Permaculture”, Türkçeye “kalıcı” olarak çevrilebilecek “permanent” ve “kültür” anlamına gelen “culture” kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşan yapma bir kelime. Tarım anlamına gelen “agriculture” kelimesine benzerliği de tarım karşıtı içeriğinin bir ifadesi olarak bilerek seçilmiş. Kelimenin anlamına bakacak olursak “permanens” kökünden “diretmek, ısrar etmek” ve “cultura” kökünden “insan ikameti, işgali” yorumlarıyla şöyle diyebiliriz: Permakültür, insanın Dünya üstündeki ikametinde diretmektir. Burada olmaya ve bizden sonrakiler için de var olunabilecek bir yuva sağlamaya niyetliysek, var oluşumuzun sorumluluğunu tekrar kendi elimize almamız gerekiyor. Oysaki insanın tarihine baktığımızda tarımla birlikte başlayan süreçte, ne insan varlığında diretmekten ne de var oluşun sorumluluğunu almaktan bahsedebiliyoruz. Geldiğimiz noktada, tarım kültürümüz ve yapılı çevremizin sonumuzu getirecek nitelikler taşıdığını açıkça görüyoruz.

Sınırları olan bir dünyada, sonsuz büyüme olmadan ayakta kalamayacak bir medeniyet kurduk. Dünya üstünde hiçbir birim alan kalmadı ki insan ve kültürü etkilememiş olsun. Bilim insanları bu yeni dünyaya bir isim de verdiler: Antroposen Dünyası. Bizim eserimiz olan bu yeni dünya dengesiz, kararsız ve bizim gözlem yöntemlerimizle öngörülemez bir dünya ve eğer böyle bir yuvada hayatta kalmak istiyorsak dirençli sistemler kurmayı öğrenmekten başka bir çaremiz yok gibi görünüyor.

Permakültür, sürdürülebilir (hatta yeni dünyada “onarıcı”) insan yerleşimleri yaratmayı amaçlayan, etik temelli bir tasarım bilimidir. Nasıl yapacağımızı anlatan bir seri yöntem bilgisini değil, yapmakla ilgili nasıl düşünmemiz gerektiğini anlatan; sadece gıda üretiminin değil, insan topluluklarının görünmez yapılarının da tasarımıyla ilgilenen bir alan. Bir başka deyişle, permakültürün çatısı, “doğru” uygulamalar ve teknikler değil, bir etik temel üzerine inşa edilmiştir.

Permakültürün üç temel etiğinin birincisi dünyayı gözetmek, dünya üstündeki tüm yaşayan sistemlerin yaşaması ve çoğalması için çalışmayı; ikincisi, insanı gözetmek, herkesin hayatta kalmak için gereken kaynaklara ulaşması için çalışmayı ve üçüncüsü, ihtiyaçlar kısıtlandıktan sonra artanı ilk iki ilkeye vakfetmek de özetle biriktirmemeyi söyler. Bunlardan birini başarmak, sürdürülebilir (ve hatta onarıcı) sistemler kurmak için yeterli değildir; permakültür ancak üç etiğin de bir arada yerine getirildiği durumlarda mümkündür ve dolayısıyla bunun gerçekleştirildiği her sistem, tasarım, uygulama ve yöntem permakültüre dahildir.

Günümüzde gıda üretimi için kullanılan tek tip ürün temelli, petrol bazlı sentetik kimyasal gübrelerle verimi artırılmaya; yer altı sularını kirletmek ve benzeri birçok ekolojik zarara yol açan tarım ilaçlarıyla hayatta tutulmaya çalışılan sistemlerin en büyük eksikleri bütüncül muhasebelerinin yapılmıyor olmasıdır. Ekosisteme, doğal kaynaklara, gezegenin karbon, azot ve su döngüsüne, biyolojik çeşitliliğe olan etkileri hesaba katılsa, bu bedellerin ödenmesi gerekse hiçbir işletmenin bu işe devam etmeyeceği ortada. Neden hâlâ bu yöntemleri kullandığımızın cevabı fosil yakıtla, Güneş’in milyarlarca yıldır üreterek kullanımımıza açtığı sınırlı kaynakla sağladığımız enerji sübvansiyonunda.

Permakültürde temel amaçlardan biri, ihtiyaçlarımızı, bu entropisi** yüksek, tek yönlü; dolayısıyla yoğun emek ve enerji girdisi gerektiren, sonuçta da tek tip ürünün yanı sıra kullanılan tarım kimyasalları ve fosil yakıt sebebiyle büyük miktarda kirlilik üreten yöntemlerinkinden farklı ilkere dayalı sistemler kurmaktır. Yabani ekosistemleri incelediğimizde, ekosistemi oluşturan her öğenin ihtiyaçlarının başka bir öğenin çıktısıyla ya da kendine içkin davranış biçimleriyle karşılandığını; her öğenin çıktısını da ihtiyacını gidermek üzere kullanan başka bir öğe olduğunu görüyoruz. Başka bir deyişle, yabani ekosistemlerde “iş” ve “çöp” yok; entropi neredeyse sıfır. Bu sistemlerde birikerek artan tek şey toprak, o da gezegenin ve ekosistemdeki öğelerin devamlılığını sağlamak üzere gezegene ve ekosisteme vakfedilmiş durumda.

Kavramsal bir işleyiş şeması olarak baktığımızda, yabani ekosistemlerde “yaşam ağı” şeklinde çalışan, öğelerin birbirlerinin ihtiyaçlarını enerji sübvansiyonu olmadan karşıladığı, beklenmedik ve öngörülemeyen iklimsel olaylara karşı dirençli***, kendi bakımını üstlenirken ekosistemin büyümesine de katkı sağlayan döngüsel bir yapı görülürken; modern tarımda, tek bir öğe için yoğun ihtiyaç girdisi ve yüksek miktarda kullanılamaz enerji yani kirlilik ya da çöp çıktısıyla ilerleyen doğrusal bir yapı vardır.

Permakültürün kullandığı tasarım yöntemlerinden biri olan “öğe analizi” yöntemiyle, tasarımdaki bir öğenin (örneğin sebze bahçesi) ihtiyaç ve çıktıları belirlenir:

“İhtiyaçların (sebze bahçesi örneğinden gidersek: Toprak işleme, gübre, zararlı mücadelesi, tohum, fide, su vs) ne kadarını sistemdeki başka bir öğenin çıktısı olan ve kullanılmadığı takdirde çöp olup kirlilik yaratacak kaynaklarla sağlayabilirim?”

“Tohumu ekmeden önce zararlı mücadelesi ve toprak işleme ustası olan tavukları tasarımıma nasıl eklemlendirir ve bunun sonucu olarak entropiyi nasıl azaltırım?”

gibi sorularla “yaşam ağı” kurgusu kendiliğinden şekillenir. Bu sorulara yanıt olacak yöntemler, permakültürün ürettiği yeni şeyler değil; bu açıdan baktığımızda aslında permakültürde yönteme dair yeni olan çok bir şey yok. Yeni olan ve permakültürün bir paradigma olarak ortaya konmasını sağlayan şey, bir yaklaşımı tanımlıyor olmasıdır.

Yabani ekosistemleri inceledikçe her biçimin ve ilişkinin, hem sebebinin hem de sonucunun enerji verimliliği olduğunu görmemek imkânsız hale geliyor. Sebebin sonuçtan önce mi sonra mı oluştuğu sorusunun cevabı permakültür tasarımcıları olarak bizim konumuzun dışında. Her ne olduysa, ister Big Bang deyin, ister yaradılış, zamanın bir noktasında evrende bir “fark” oluştu ve “alışveriş” başladı. İki farklı ortam ve bu iki farklı ortamın kesiştiği ara yüzde gerçekleşen olaylar… Fark nasıl oluşmuş olursa olsun, oluştuktan sonra oyunun kuralları değişmiyor: Enerji verimliliği. Yabani ekosistemler, yaşam ağı kurgusundaki ilişkilenmenin yanı sıra biçimsel olarak da örüntü ve büyüklük dereceleriyle ifade ediyor enerji verimliliğini.

Temelde sekiz örüntü (dalga, dallanma, spiral, kristal, öbeklenme, ağ, bulutsu ve akış) ve maddenin “akışkanlık” ve “atalet” sınırları içinde nerede olduğunu belirleyen 5-9 arasında değişen büyüklük derecesinden oluşan bir evrende yaşıyoruz diyebiliriz.

Bill Dede’nin dediği gibi ya da: “Etrafınıza bakın, her şeyi 40 parçaya bölebilirsiniz.”

Doğadaki örüntü ve büyüklük derecelerinin kavranması permakültür tasarımcısı için yapılacak herhangi bir uygulamanın ölçeğini belirlerken vazgeçilmez bir araçtır. Örneğin, permakültür ilkesel olarak barajlara karşı değildir, hatta kullanacağımız suyun kaynağı olarak önce yağmur suyunu işaret eder ve yağmur suyu biriktirmek için farklı iklimlerde farklı stratejiler önerir. “Doğru”, yani erişimi olan havzadan, göletin yapılacağı alandaki canlılığa zarar vermeyen ve hatta onu sağaltan, kendi içinde bir gölet ekosistemi sağlayan, yağmur sularıyla dolan, taşan; taştığı noktada yine başka yöntemlerle suyu toprağa emdiren, havzanın büyüklük derecesine uygun ölçekte bir yapıyla su toplayan bir gölet, yapıldığı andan itibaren dünyaya ve insana fayda sağlayacağı gibi yarattığı ekosistemde biriken “toprak”la, bu faydanın devamlılığını da garanti etmiş olacaktır. Bu türden bir gölet yaklaşımının, endüstriyel toplumun inşa ettiği devasa (ölçek dışı denmeli belki de) barajlardan nasıl ayrıştığını fark etmek çok zor değil.

Yabani ekosistemlerde, ekosistemin bütününe ve bütündeki öğelere hizmet etmenin devamlılığı toprak üretimiyle mümkündür. Sonsuz sayılabilecek bir kaynak olan güneş ışığını (Güneş’in de bir ömrü var elbette ama bir şekilde o noktaya gelirsek, konuşacak bambaşka şeylerimiz olacak zaten) fotosentez gibi aslında enerji dönüşümü açısından oldukça verimsiz (%2-3 verimlilikten bahsedilir fotosentez için, fotosentezin başarısı, dediğim gibi, kaynağının sonsuz sayılabilmesindedir) bir süreçle, biyokütleye çevirme özelliğine sahip olan bitki dünyasının, üstünde yaşadığı gezegene ve mensubu olduğu türün devamlılığına vakfettiği en büyük artık ürün topraktır. Buradan yola çıkarak, permakültür tasarımcıları olarak ana temamız toprak üretmektir. Eğer kurduğumuz sistem nihayetinde toprak üretmiyorsa, permakültür yapmıyoruz demektir. Yerin altındaki ve üstündeki yaşamın (mineral, su ve elementlerin) birer “taşıyıcısı” olan bitki dünyasını, bu taşıyıcıların vazgeçilmez yardımcıları olan hayvan dünyasını (özellikle otçul sürü hayvanları), ölüm-dirim ilişkisinin en önemli oyuncuları olan mantar ve mikrobiyoloji dünyasını; kendilerine içkin erdemlerle ele almaya başlar ve kendi yerimizi, enerji verimliliğin bu neredeyse mükemmel ifadesinde yeniden tanımlayabilirsek toprak üretmeyi başarabilir; gezegende kalan ömrümüzü bu geniş topluluğun alçakgönüllü birer üyesi olarak tamamlayabiliriz. Aksi halde, yaşadığı yeri yok etmeye kararlı, kendi sonunu kendi kurduğu medeniyetle hazırlayan “acemi” bir tür olarak evren tarihindeki yerimizi alacağız gibi görünüyor.

Üstüne inşa edildiği etik temeli ve sınırları net bir şekilde çizilmiş amacıyla permakültür, bir “dünyayı kurtarma” yöntemi değildir. Dünya’nın geldiği noktanın artık geri dönüşü olmayan bir nokta olduğunu neredeyse tüm bilim çevreleri kabul etmiş durumda, kurtaramayabiliriz yani. Ama yine de, etik olanı, doğanın ilkelerini sezgisel olarak kaçırmış olsak bile, tasarım diliyle anlayarak geliştirdiğimiz davranış yönergeleriyle gerçekleştirmeye var mıyız?

 

Notlar:

*Permakültür Tasarım Sertifikası (PDC) Kursu, Bill Mollison’un yazdığı Permaculture: A Designer’s Manual kitabının, 72 saatlik bir müfredatla anlatıldığı bir kurstur. Kursun sonunda alınan, uluslararası geçerliliği olan sertifikayla “permakültür tasarımcısı” ünvanına sahip olunur. Detaylı bilgi için Türkiye Permakültür Araştırma Enstitüsünün sayfasını ziyaret edebilirsiniz: www.permacultureturkey.org

**Termodinamiğin ikinci yasası. “Herhangi bir fiziksel veya kimyasal olayda yararlı enerjinin tesadüfen, düzensiz ve geriye dönüşümsüz olarak dağılması.” Tasarım yaklaşımı açısından baktığımızda, sistem içinde kullanılamayacak hale gelerek, sistemin dışına çıkan, “yutağa” akan enerji diyebiliriz.

***Burada şu notu düşmek gerekir: Yabani ekosistemler, beklenmedik olaylara karşı sadece dirençli değil; bundan daha iyisi, böylesi olaylardan beslenen sistemlerdir. Black Swan ve Antifragility gibi terimlerle ilgili daha detaylı bilgi için Nassim Nicholas Taleb’in çalışmalarına bakmak zihin açıcı olacaktır.

Daha detaylı bilgi için önemli kaynaklar:

  • Mollison, Bill. Permaculture: A Designer’s Manual. Tagari Publications
  • Mollison, Bill. Permakültüre Giriş. Sinek Sekiz Yayınevi
  • Rifkin, Jeremy & Howard, Ted. Entropi ve Dünyaya Yeni Bir Bakış. İZ Yayıncılık

One Response to “Permakültür: “Yapmak”la İlgili Düşünmek”

  1. adsız dedi ki:

    yazılarınızda niye tarih yok?

Leave a Reply

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

*